Kayıtlar

İntihar Damlası

Yazın yağan yağmurun kışkırtıcı bir tarafı var. İşlerin bildiğimizden farklı bir şekilde yürüdüğünü küstahça ima etmesi bir yana bütün rutinleri alt-üst etmede üstüne yoktur yaz yağmurunun. Azalet Bey bu dediğimi anlayacak insanlardan biridir. Kendisi o uyuşuk Temmuz günü adeti olduğu üzere intihar etmek için salondaki avizenin çengeline takılı ipin tam altında duran sandalyeye çıkmıştı ki pencereye vuran yağmur damlalarının tıpırtısıyla irkildi. 50’lerinin başında olan bu sıkkın ve bıkkın adam, doğduğu şehirden bütün hayatı boyunca toplamda iki aydan fazla uzak kalmış değildi ve bu ayda yağmur yağdığına ilk defa şahit oluyordu. Nadiren gerçekleşen yahut ilk defa vuku bulan olaylar karşısındaki sakinliğiyle tanınan emekli mezarlık memuru bu sefer afallamıştı. Galiba sükuneti ve şaşkınlığa karşı bağışıklığı, doğal değil beşeri olaylar söz konusu olduğunda daha güçlüydü. Velhasıl intiharın hiçbir anlamı kalmamıştı artık. Zevk alamayacağını biliyordu. On ay önce emekli olduktan sonra

yunus emre sayar'ın aziz hatırasına...

       Özlem başlı başına bir duygu değil de endişenin bir tezahürüymüş yalnızca. Ölen birini özlemeye başladığınızda anlıyorsunuz bunu. Yıllarca görmediğiniz, hatta varlığını unuttuğunuz bir arkadaşınız bir anda “Benden bu kadar!” diyor ve çıkıyor hayatınızdan. Sadece sizinkinden değil, dünyadaki tüm hayatlardan bir parça kopup gidiyor. Bir gün önce sokakta karşılaşsanız hala hayatta olması sürprizmiş gibi şaşkınlıkla kucaklayacağınız aklınızdan çıkan o arkadaş, bu sefer hiç çıkmamak üzere aklınızın derinlerine yerleşiyor… Ama artık o yok. YOK! Yokun tarifi de yok, bu kadar işte bu kelime. Sıfırın hakikatinden bahsediyoruz burada. Bir anlamda hem ölümün hem yaşamın özü bu. Artık hiç görmeyeceksiniz onu. Bir daha asla tokalaşmayacaksınız onunla, şakalaşmayacaksınız, hesabı kitleyemeyecek ya da kahvesini ısmarlayamayacaksınız. Yeni bestesini övemeyecek, bir sikimden anlamamanıza rağmen tavsiye veremeyecek, onun sizi bozmamak için gösterdiği ince tahammülü gizliden gizliye takdir edemeye

Kendime 4 Politik Tavsiye

Geçenlerde sinirbilimci David Eagleman'ın YouTube'a yüklenmiş bir röportajını izledim. Hazırladığı sosyal deneylerden birinin ilginç sonuçlarından bahsediyordu. İnsanların politik tercihleri ile alakalı sorulara muhatap olduğu bu deneyde, anket formu doldurmak için oturdukları masaya bir kutu dezenfektan konmuş. Daha sonra masadaki dezenfektan kaldırılmış ve insanlar odaya alınıp anket yapılmaya devam edilmiş. Masasında dezenfektan olan kişilerin daha muhafazakar yanıtlara yöneldikleri görülmüş. Eagleman, katılımcıların çevresel bir faktörün etkisiyle "vücudu mikroplara karşı korumakla ülkeyi dış tehditlere karşı korumak" arasında düşünsel bir bağlantı kurduklarını belirtiyor. Zaten propaganda olgusu sadece anlık kararların değil kalıcı siyasi pozisyonların da rahatlıkla manipüle edilebildiğini onyıllardır gösteriyor. Şu halde ideolojik yanılsamalar yaşamadan politik konum nasıl belirlenebilir diye bir biraz kafa yordum. Kendim için 4 kısa tavsiye derledim: 1- Savundu

Buzları Çözülen Kelimeler

S özler, söylendikleri yer ve zamana göre anlam kazanırlar. İnsanlık tarihi doğru zamanlama ile söylenmediği veya yanlış yerde dillendirildiği için başa bela açan cümlelerin tarihidir. Konuşmak ve susmak zamanlama meseleleridir. Kalem doğru zamanda eyleme geçmezse infilak edebilen saatli bir bomba, kağıt ise onun kanlı meydanıdır. Yuvasına ekmek kırıntısı taşıyan karıncalar gibi yanında tereddütler ve kaygılarla zihnimi dolduran düşünceler artık benden taşmalı. Karşılığını kimden, ne zaman ve nasıl bulur kestiremiyorum fakat kelimelerim buzullarını parçaladılar. Aynı Rable'nin kelimeleri gibi. Büyük hümanist yazar Rable'nin "Le Quart Livre"sinde bir mitos yer alır. Buna göre kışın gerçekleşen bir savaşta askerlerin çığlık ve haykırışları donarak buzullara hapsolur. Aradan uzunca bir müddet geçince buzullar erir ve bütün haykırışlar serbest kalır, çığlıklar yeryüzünü sarar. Uygun vakit geldiğinde his ve heyecanların gerçek karşılıklarını bulabileceğini bundan daha iyi

İyi Seyirler Kıymetli Okur

İnsan hakkında "zaman cambazı" tanımlaması yapmak mümkündür. Çünkü geçmiş ve gelecek arasında ince bir ip gibi gerili olan şimdinin üstünde yürür. Durdurulamayan zaman kuvvetine karşı kağıttan setler kurarak direnmesi ise insanoğlunun eski bir alışkanlığıdır. Takvimlerden eksilen yapraklara, insani duyuş ve kavrayışın cevap verme yöntemi kurmacanın büyülü hali olan edebiyattır. Kavramsal sanat olarak zihnin en verimli şekilde kullanımını zorunlu kılan bu uğraşı, temel niteliğinden uzaklaşmış gibi görünmektedir. Anlam bulutlarının yağmur olup metinlere döküldüğü şaşaalı estetik dünyasının yerini görsel yönü güçlü metinlerin öne çıktığı imajlar dünyasının almaya başladığı söylenebilir. Sahiden yirmibirinci yüzyılın ilk çeyreğinde sona yaklaşılırken edebiyatın dünyada hala önemli bir konuma sahip olduğunu söylemek acaba gerçekçi bir iddia mıdır? Pek çoğumuz öyle olduğunu düşünsek ve ümit etsek de gerçek bundan çok farklı. İçinde yaşadığımız post-modern dünya anlamın değil imajla

TİYATRİK SIKINTI

Sinemalar seyirci ile dolup taşmakta, bununla birlikte dijital platformlarda da filmlerin izlenme oranları düşmemekteydi. Çok düşük bütçe ile çekilmiş B kalite filmler A seviye gişe rakamlarına ulaşıyordu. Yapımcılar, yönetmenler ve oyuncular armudu hamuduyla götürüyorlardı. Hatta set emekçileri bile insan gibi yaşamaya yetecek miktarlarda para kazanmaya epey yaklaşmışlardı. Sanat değil vurgundu yapılan velakin alan da satan da memnundu. Pek tabii ki bahsettiğimiz ortamda tiyatronun esamesi okunmuyordu. Salonlar boş bile değildi, çoğu kapalıydı. Açık olanlarsa filmcilere kiralanmışlardı. Gerçek hayatta tiyatroya giden kalmamıştı gerçi fakat dizilerde ve filmlerde insanların oyun seyrettiği sahneler çekilmeye devam ediyordu. Böylece hem salon kiraları sayesinde salon sahiplerinin cebine üç-beş kuruş para giriyor hem de yedinci sanatın endüstriyel hegemonyasına rağmen altıncı sanat (belki de üç, sanatsal kronolojiye hakim değilim) unutulmaktan kurtuluyordu.  Her sıkıntılı süreç kendi ide

Kaybolanın Günlüğü

04.10.2017 "Akıl mı beni terketti ilkin yoksa ben mi onu? Bu hala muallak; ama uzun süredir birbirimize uzağız. Muhakememi tümüyle yitirdim. Hiçbir şeyi ölçüp biçemiyorum. Sokakları şuursuz bir tedirginlikle arşınlamaktan başka yaptığım bir iş yok. Kendimi gündüzlerde ve gecelerde, aydınlıkta ve karanlıkta, kalabalıkta ve tenhada unutulmaya terk ettim. Serseri bir mayınım fakat üzerime basanlara zararım dokunmuyor, içime içime infilak ediyorum. Yıkılmışlığımın muhtelif sebepleri arasında sevdiğim kadının anlamsız ve zamansız ölümü de var, emanete sahip çıkma konusundaki beceriksizliğim de. Bu hali aşmanın tek yolunu biliyorum ancak ona da cesaretim yetmiyor. Sigaramın ucundaki dumanla birlikte havaya karışan ruhuma sonsuzluğu armağan etmeyi bir müddet daha erteleyeceğim. Şimdilik, taşları henüz sayılmamış binlerce kaldırım ve kapısı aşındırılmamış onlarca meyhaneyle tarumar olmuş yüreğimi ve zihnimi teskin edeceğim. Böylesi daha iyi." 12.12.2017 "İdris meyhanesin